3 Kasım 2007 Cumartesi

Mikail Aslan ile Reportaj

Mikail Aslan, sabırlı ve yoğun çalışmalarının sonunda ikinci albümü . Kilıtê Kou. ile müzik camiasına hoş bir ses verdi. Beğeni bulacağına emin olduğumuz bu çalışmasıyla ilgili, kendisiyle söyleştik.

-Mikail, ilk çalışmanla girmek istiyorum söze.Agerayis. dönüş demekmiş. Bu dönüş sadece sanatsal-kültürel yön tayini mi, yoksa politik bir muhteva da taşıyor mu?

-Agerayis benim için bir halkın uyanışını sembolize ediyordu. Ve ben, sanatsal yönümü bulmakla meşguldüm. Orijin şeyler yaratabilmek için, bu arayışı sonuçlandırmam gerekiyordu. .Agerayis. benim için böyle bir sürecin gereğiydi. Mensubu olduğum halkı ve içinden gelip uzak düştüğüm coğorafyayı anlama uğraşımdı.

-İkinci çalışmana geçelim. .Mı klıté kou kerd wind.. Nedir şu dağların kaybedilen anahtarı?

-Bu sözler bana değil, 1938.de son esir düşen Dersim direniş liderlerinden birine ait. Yenilgi kesinleşince bu sözleri haykırmış: .Ben dağların anahtarını kaybettim!. Halkım için dağlar, isyan demekti, boyun eğmemek demekti... Öz-Gürlük dağlardaydı... ziyaretleri, tapınakları hep o dağlarda... gelenek-görenekleri. Yüzyıllarca o dağlarda, kendilerinin ve dünyanın efendisi gibiydiler. Dağların anahtarını kaybetmek, sadece bir savaşta yenilmek değildi. Kültürünü, Öz-Gürlüğünü, yaşamın efendiliğini yitirip, köleleşmek demekti. Ve ben, halkımın yitirdiği tarih, mitoloji ve kimliğiyle buluşmak için, .agerayis. ile başlayan yönelişimde, dağların anahtarının kaybedildiği o anla buluşup sorgulamak zorundaydım. Ki, .Klıté Kou. albümü, muziki tınılara yüklediğim duygularım ve tutkularımla, bu tarihi kesiti sorgulamamın ürünüdür.

-Bir halkın tarihi, mitolojisi ve kimliğiyle buluşmaya çalıştığını söylüyorsun. Yazılı kaynakları olamayan... efsanelerini, tınılarını, tarihini sesli-sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktaran bir halk. Bununla da kalmayıp, giderek dili de koybolmayla yüzyüze kalan bir halk. Böyle bir halkın, mitolojisi, tarihi ve orijinal kimliğiyle buluşmak kolay olmasa gerek. Nasıl yapıyorsun bu işi, ya da karşılaştığın zorluklardan bahseder misin?


-Kuşku yok ki, halkımın yazılı bir dil kullanmamış, dolayısıyla da tarihini yazılı belgelere dökmemiş olması önemli bir güçlüktür. Tarih, kuşaktan kuşağa efsanevi anlatımlar yoluyla aktarılmıştır. Ki, bu yoldan aktarılan bilgiler, değişime ve erozyona uğrarlar. Bir diğer güçlük ise, 1938 yenilgisinden sonra kemalistlerin asimile gazabına uğramışlıklarıdır. Bilindiği gibi kemalistler, sığındıkları dağlarında haydutca yaşayan ve merkezi devlete boyun eğmeyen bu halkı hizaya getirip uysallaştırmak için, modern eğitim sistemini yaygınlaştırıp, devletin resmi tarihini empoze ettiler. Böylelikle, yenilgi sonrası kuşak, resmi tarih hafızasıyla büyüdü. Ki bu halkın kültürel karekterinden dolayı, modern eğitimle çabuk barışması, gayrı-resmi tarihinin hafızalardan silinmesini hızlandırdı. Yenilgi öncesi hafıza, orijinal haliyle bir tek yenilgi öncesini yaşamış kuşakta muhafaza edilmekteydi. Doğal olarak bu kuşak, yaşamlarının sınırlarına ulaşıp yok olmaktadır. Her geçen yıl, kayıplar çoğalmakta, bilgiler geri dönülmez bir halde yok olmaktadır. Gecikmiş bir uğraş bizimkisi...
Yenilgi sonrasında, kemalist devlet ile oldukça barışık yaşayan ve çoğu zaman .Öz-Türkler bizleriz. diyebilen ve Kore savaşına alet edilip bir başka mazlum halkı boğazlamış olmakla övünen bu halkın bağrından, özellikle 70.li yıllarda isyankar genç bir kuşağın yükselmesi ve kemalizmi tekrardan reddetmesi sevindiriciydi. Lakin, bu kuşak da mekanik bir sosyalist aydınlanmanın kurbanı oldu. Feodalizmin reddiyle, tarih hafızasının ve bu halkın tarihindeki insani değerlerin reddini biribirine karıştırdı. Halbu ki, bütün feodal yapısına rağmen, yüzyıllar boyunca dinsel fanatizmin kurbanı olmaksızın bağımsızlığını muhafaza etmiş bu halkın tarihinde önemli insani değerler olabilirdi. Örneğin; albümümde işlediğim parçadan biri, bu halkın geleneksel bir dua edişini konu ediyor. Bu geleneksel duada tanrıya yakaran kişi, kendisi için değil, ilkin kurda, kuşa, böceğe vermesi için yalvarıyor. Sonra diğer insanlara... yoksullara, kardeş ve bacılara, dayı ve yeğenlere vermesi için... Kendini en sona koyuyor, .Eğer bir şey artarsa, onu da sefil kulun bana ver!. diye duasını tamamlıyor. Şimdi dua etmenin dinsel yanını bir yana bırakalım, muazzam bir insani değerin muhafazası var burada. Kişi kendisini, içinde yaşadığı doğa ve diğer insanlarla bütünlük içinde algılıyor. Ki sosyalistlerin de ütopyası, insanların doğa ve insanlıkla bütünleşmesi değil midir? Ama olaylara mekanikce yaklaşan bu genç sosyalist kuşak, .feodaldir. diye kendi halkının tarihi değerleriyle buluşmayı toptan reddetti.
Yine de, sevindirici gelişmeler var. Son onyılda, insanlarımız tarihleriyle ve dilleriyle buluşmaya epeyce yöneldiler. Belli bir materiyal birikiminin varlığından söz edebiliriz. Sıkıntılar hala sözkonusu. Bir de, sanatla uğraşmanın avantajını yaşıyorum. Pek kimsenin dikkatini çekmeyecek, duygu yüklü bir söz, bir tını ya da bir beddua, duygu ve tutkularla uğraşanları tarihte bir yolculuğa çıkarabiliyor. Kesin belgelere dayanmayan bir yolculuk bu... Çok küçük izlerin takibi, onların toplanıp sezgi gücüyle yorumlanıp, tamamlanmasına dayanan bir yolculuk... Daha çok hayal gücüne dayanan, oldukça zor ama keyifli bir yolculuk...


-Müziğini tarz olarak bir geleneğe bağlıyor musun?

-Bir halkın tarihi kimliğiyle buluşmaya çalıştığım için, doğal olarak o halkın otantik mirasını temel almak zorundaydım. Mao.nun Çin müzisyenlerine bir nasihatı vardır, .Dünyanın bütün teknik imkanlarından ve enstrumanlarından yararlanın. Fakat yaptığınız müziğin kimliği Çin olmalı.. diye. Benim albümümün kimliği de belirgin bir şekilde Dersim otantiği. Ancak ben, bir Dengbej ya da geleneksel bir Ozan da değilim. Bir yandan o otantik duyguyu yakalamak istediğim için onlara yakınım. Öte yandan ise melodiye deneysel yaklaştığım için geleneksel bir Dengbej.e ya da Ozan.a mesafeliyim. Geleneksel bir Dengbej ya da Ozan, bir duyguyu işlediği zaman, en duyarlı anındaki yoğunluğu baz alıp, onu olduğu gibi aktarırken, ben melodiyi biraz kendimden ayırıp, deneysel olarak ona yeni boyutlar eklemeye çalışıyorum. Enstrümental parçalarımda bu daha belirgin farkedilebilinir. Otantik müzüğimizdeki en küçük hücreleri işlerken, parallel varyansiyonlar ve kompozisyonlar oluşturup aranje, harmoni ve enstrümanları kullanma açısından açılımlar yapmaya uğraştım. Yani batı müzüğinin vardığı boyutları da eklemeye çalıştım. Tabi ki, otantiğin kaybolmamasına özen de gösterdim. Ki, Livaneli ya da Teoderakis gibi bir çok sanatçı, bunu güzel başarmışlardı. Onların başarısından esinlendiğimi söyleyebilirim.


-Batı.da konservatuar öğrenimi görüyorsun. Batı.da müziğinin durumu nedir?

-Müzik, toplumsal yapıyla doğrudan alakalıdır. Maddi zenginliğin ve bireyselliğin yüceltilip kutsandığı bu modern toplumda, insan duygu ve tutkularını yitirip cüceleşmektedir. Elbette, duygu ve tutkuların azaldığı bir toplumda, müzik de çok şey yitirir. Müzik, artık insanların zaman öldürmek ve yaşamın sıkıntılarını unutup sahte keyif verici anlar yaşamak için, kaçıp sığındıkları ve sadece tükettikleri bir araca dönüşecektir. (Tabi ki, benzer durum ülkemizde de sözkonusudur.) Bunun dışında, müzisyenler de belli bir tıkanmayı yaşıyorlar. Bu tıkanmayı, 19. yy.lın ortalarına kadar, .folklorizm. akımını geliştiren İsack Albenis, Bella Bertok ve Sntrawisky gibi komponistler aşmaya çalıştılar. Otantik elementleri ustaca kullanan bu komponistlerin bıraktığı yerde duruyor müzik. Çünkü duygu ve tutkular, muazzam ölçüde yitirilmiştir. Buna karşın, doğu müzisyenleri nispeten avantajlıdır. Ancak, onlar da komplexlerinden kurtulamamakta, tüketim aracı olarak üretilen ve yığınlara pazarlanan gürültü kirliliğini, gelişmiş batı müziği sanıp, onu yakalamaya çalışıyorlar. Halbu ki, batı tecrübesinden öğrenebilir, müziklerini basit bir meta haline gelmekten alıkoyabilirler.


-Batı-merkeziyetçiliğe karşı gelişen bir akımın varlığı da sözkonusu... Batı.ya karşı kulaklarını tıkayıp, yönünü Doğu.nun değerlerine dönen... Ne dersin, müzikal alanda da, .Madem güneş doğudan yükseliyor.... deyip, Batı.ya kıçımızı dönmeli miyiz?

-Hayır. Her şeyden önce, batı müziği ile şu an bize pazarlanan tam-tum şeklindeki gürültüleri karıştırmamak gerekiyor. Eğer gürültülerden değil müzikten bahsedecek olursak; batı müziği deyince 16. yy.dan itibaren keşfedilen harmonik yaklaşım akla gelmelidir. Ki bu müzik, doğu müziğiyle çelişik değil, tersine önemli ölçüde Mezopotamya müziği üzerine yükselir. Doğu müziği, batı harmonisiyle birlikte daha yüksek bir noktaya ulaşmıştır. Yani Batı.da 12.li sistemin geliştirilmesiyle, müzik muazzam bir gelişme gösterdi. Lakin aynı zamanda ritim, koma tonlar ve makam açısından kayıplara da uğradı. Herşeyde olduğu gibi, müzikte de standarize etme, bazı kayıplara sebebiyet verir. Ayrıca bu dönemde, Batı.da ki aydınlanmayı da hesaba katmak gerekir. Bilime ve akılcılığa olan yönelim ve sarsılmaz güven, müziğe de yansımıştır. Müzik adeta bir matematiğe benzetilince, duyguları biraz ıskaladı. Buna rağmen, Batı harmonisi bir gelişmedir ve müzik dünyasını hep meşkul edecektir. Batı.da kaybolan ritim, koma tonlar ve makamlar, Doğu.da hala var. Özellikle de, pek islamlaşmamış topluluklarda. Kızılbaş, Ezidi ve İran.daki Ehli-Haklar.da halen müzik denilince transa girme, tanrıyla buluşup hakikata varma akla gelir ve öyle kullanılır. Müzik, dinsel bir ibadet şekli olarak, Mezopotamya.da ilk kullanıldığı biçimiyle hala muhafaza edildiği için, 12.li sistemin kullanılışıyla kaybolan koma tonlar, ritimler ve makamlar onlarda olduğu gibi duruyor. Batı müziğinin kaybettiğini, doğudan tamamlamak mümkün. Batı harmonisi, doğunun ritimleriyle, koma tonlarıyla ve makamlarıyla buluşabilir. Ki, bu hem mümkün hem de her iki müziğin gelişimi için gereklidir de. Bunları çelişikmişcesine karşı karşıya koyup, birini alıp öbürünü reddetmeyi doğru bulmuyorum. Müzikte Batı.nın akılcılığı ile Doğu.nun tonları, ritimleri, makamları ve duygusal yoğunluğunun birleşmesini arzuluyorum.


-De be Wayıro. adlı Ahmet Aslan.ın seslendirdiği türküyü sormak istiyorum. Tarzı farklı, ses tınısı farklı bir parça. Bu parçayı kendi albümüne almanı, kişisel beğenine mi bağlayalım?

-Oldukça beğendiğim bir parça. Müzikal üretimde sıkca biraraya geldiğim Ahmet Aslan, Kamer Söylemez.in şiirini oldukça güzel yorumlamış ve seslendirmişti. Ahmet.in o güzel sesi ve yorumuyla albümüme eklemem daha uygundu. Tarzı ve Tınısının farklılığına gelince; Ahmet.in duygularını taşıyan bir parça ve otantik. Onu güzelleştiren de budur. Yine de, o parçayı albümüme almamın asıl nedeni, albümümün konusu kapasamında oluşuydu. Dersim.linin tanrıyla dialoğunun bir başka biçimini sunuyor. Bu dialogda, Dersim.linin tanrıya yalvarmak yerine, ona sitem edip kızması var. Kendisinin düştüğü darlığı, başkalarının haram yemesine bağlıyor ve tanrıya, bu haksızlığa müdahale etmediği için kızıyor. Dersim kültüründe, sadece tanrıya ibadet edip yalvarmak yoktur. Tersine, nasıl ki imparatorluklara korkusuzca kafa tutmuşsa, keza tanrıya da kafa tutar. Tanrıya kızar, beddualar eder, hatta küfür eder. Halkımın kültürünün otantik bir yanıdır bu. Abümün bütünlüğü içerisinde, bu parça olmalıydı.


-Son bir soru... Kendisini ilerici-devrimci saflarda ifade eden epeyce müzisyen var. Bunların çabasına dair değerlendirmen nasıl?

-Kendisini böyle niteleyenlerin sayısının kalabalık olduğu doğru. Ancak bunların önemli bir bölümünün asıl kaygısı, özel maddi çıkarlardan ibaret. Maddi çıkar kaygılarını, estetiğin önüne geçirenlerden, zaten güzel bir üretim beklenemez. Diğer bölümünün ise niyetlerinden kuşkulanmıyorum. Ancak; genel kültürel birikimleri oldukça zayıf. Kendi kültürel tarihi kökleriyle bağları yok gibi. Estetiğe de popilistce yaklaşıyorlar. Yani seviye oldukca düşük. Ve bunların kendini eğitip geliştirmesi gibi bir sorunları var. Ama maalesef, kimse burnundan kıl aldırmaya yanaşmamakta ve gururlarının kurbanı olmaktadırlar. Ayrıca dinleyicinin seviyesinin de geriliği söz konusu. Ki sanatcının geriliği ile dinleyicinin geriliği birbirini karşılıklı beslemektedir. Meşhur olma gibi diğer motifler de işin içine karışınca, sanatcılarımızın acınacak halde olduklarını söylemeliyim. Ahlaki bir problem de var. Bazen anonim ya da başkalarının ürettiği eserleri kendi üretimleriymiş gibi sunmakta, yani bir nevi hırsızlık yapabilmektedirler. Tabi ki, hepsi böyle değil. Güzel şeyler üretenler de var. Onalara haksızlık etmek istemem.




Roportaj:Yusuf Adıman

Hiç yorum yok: